En Son Yayınlananlar:

5 Aralık 2014 Cuma

Paris'te Son Tango / Last Tango in Paris


Paris'te Son Tango / Ultimate Tango a Parigi / Last Tango in Paris
Yapım: Fransa / İtalya
Yıl: 1972
Tür: Drama, Romantik, Erotik, Kült
Yönetmen: Bernardo Bertolucci
Senaryo: Bernardo Bertolucci, Franco Arcalli
IMDb: 7.2
Oyuncular:
Marlon Brando, Maria Schneider
+18 sahneler içermektedir…


Çağımızın en büyük yönetmenlerinden Bernardo Bertolucci'nin uğruna dört ay hapis cezası aldığı; pek çok ülkede yasaklanmış kült filmi ''Paris'te Son Tango'' gösterime girdiği günden beri hakkında çok tartışılan bir eser..

Yönetmenin anavatanı İtalya' da film yasaklanarak kopyaları imha edilmiş ve vahşi seks sahnelerine yer verdiği gerekçesiyle Bertolucci cezaevine gönderilmiş.


Karakterlerini izleyicinin gözü önünde adım adım büyütmeyi, olgunlaştırmayı seven bir yönetmen Bertolucci. İzleyiciyi biraz mahrem alanlara rontgenci pozisyonunda sokmayı, kısıtlı alanlarda büyük öyküleri görsel bir şölen eşliğinde anlatmayı seviyor. Eserlerinin çoğunda politik bir ırmak; alttan alta, çok da sezdirmeden akıyor. Muhakkak geleneksel ilişkileri, kadını, erkeği, insan doğasını, öğrenilmiş doğruları, aileyi, kiliseyi, dini sorgulatıyor. Seksi de perdeye aktarmaktan hiçbir zaman kaçınmayan İtalyan yönetmenin, kariyerinde ve dünya sinema tarihinde çok önemli bir yeri var. 

Paris'te Son Tango sinemaya seksi bu denli açık şekilde sokan ilk film. Sinema tarihinde ardılları için büyük bir reformist konumunda. İnsan doğasını, aşkı, cinselliği, ırkçılığı, faşizmi sorgulatan çok katmanlı kült bir eser.


Ortayaşlı bir Amerikalı olan taze dul Paul ve yirmisinde su damlası gibi bir Fransız kadını Jeanne kiralık bir daire arayışında, aynı dairede karşılaşırlar. Tanışır tanışmaz boş dairede duygusuz, kaba saba bir sevişme yaşarlar. Paul eşini yeni kaybetmiştir, yastadır aslında; Jeanne' de evlilik hazırlıkları yapmaktadır.

Aralarında sadece sekse dayalı bir ilişki başlar. Birbirlerinin isimlerini bile bilmemektedirler. Hikaye açılıp genişledikçe; olaylar genişlemeye başlar, sürpriz ve şoke edici bir finalle de nihayetlenir.

Normalde yan yana gelmesi mümkün olmayan, tamamen zıt iki insanın arasında geçen ''ilişki'' üzerinden, aşk, seks, faşizm, evlilik, insan doğası, kadının doğası, erkeğin doğası kavramlarına yakından bakma ve üzerinde düşünme fırsatı buluruz.


Marksist bir Amerikalı olan Paul ile Cezayir işgalinde görev yapmış bir albayın kızı olan Jeanne arasındaki ilişki reformist düşünce ile gelenekçi ve baskıcı düşünce arasındaki zıtlıkları da gözümüze sokar. Bertolucci  gizemli, soğuk karakter Paul üzerinden aile, otorite, ilişkiler, evlilik gibi tüm gelenekçi olgulara sert eleştiri okları yağdırır...

Oyunculara baktığımız da, gelmiş geçmiş en büyük aktörlerden olan Marlon Brando; Paul rolune öyle ustaca hayat veriyor ki, ağdalandırmadan, inandırıcılığını yitirmeden dram nasıl aktarılır, tirat nasıl atılır görüyoruz..


Gencecik Maria Schneider kendisine şöhretin kapılarını aralayan bu yapımda, usta oyuncu Brando'ya başarıyla eşlik ediyor.. Filmin gösterime girmesinden çok yıllar sonra, meşhur ''terayağı'' sahnesinden dolayı kendini taciz edilmiş hissettiğini açıklaması ve yönetmenin de bu konudaki pişmanlığını dile getirmesi; filme dair enteresan detaylardan.

Her aşk aslında kapalı devre bir iletişimdir, her ilişkinin içeriğini sadece ve sadece yaşayanlar bilebilir. Her ilişki doğası gereği sabit kalmaz; tarafları da, ilişkinin dinamiği de süreç içerisinde gelişir, erginleşir. Her insan aslında sığınacak güvenli bir korunak arar...

Anne karnında yaşadığımız kapalı alanın güvenliğini küçük birer çocukken masa altlarında, dolap içlerinde minik ''yuva''lar kurarak ararken, birer yetişkin olduğumuzda ilişkilerde ararız...


Peki bulabilir miyiz? İnsan hep aradığı o sıcacık sarmalanma hissini sabit tutabilir mi? Bulduğunda mutlu olabilir mi? Arayışın; o ümitli yolun kendisini mi severiz; yoksa mutlu sonları mı? İnsanlar birbirlerini tanıyabilirler mi? Yoksa ne kadar vakit geçirmiş olurlarsa olsunlar hep birer yabancı olarak mı kalırlar?

Tüm bu sorular üzerine düşünmek için daima biraz vakit vardır. İnsan; kendi uçsuz bucaksız derinlerine inen merdivenlerden bazen bir sinema eseri rehberliğinde inebilir..
Sinemaya ucundan kıyısından birazcık ilgisi olan herkesin bu rehberliği alması, yani bu kült filmi izlemesi gerektiğini düşünüyorum.

Yazı:


Fragman:




Paris'te Son Tango / Last Tango in Paris
(TürkçeAltyazılı Tek Part Full Hd İzle)



Paris'te Son Tango / Last Tango in Paris
(Türkçe Dublaj Tek Part Full Hd İzle)



4 Aralık 2014 Perşembe

The Dreamers / Düşler, Tutkular ve Suçlar


The Dreamers / Düşler, Tutkular ve Suçlar
Yapım Yılı: 2003
Ülke: Fransa, İngiltere, İtalya
Tür: Drama, Romantik
Yönetmen: Bernardo Bertolucci
Senaryo: Gilbert Adair
IMDb: 7.1
Oyuncular: Micheal Pitt, Eva Green, Louis Garrel

+18 sahneler içermektedir…



Bazı filmler oyunculuğun yükseldiği filmlerdir, bazı filmler senaryonun.. Bazı filmler de, yönetmenin eseridir; geri kalan her şey, güzel de olsa yönetmenin kendine övgüsünün yanında biraz sönük kalır.

Ünlü yönetmen Bernardo Bertolucci'nin '' The Dreamers'' ı da bu filmlerden...
Bertolucci, bireyler üzerinden toplumları ve toplumsal olayları sorgulamayı seven bir yönetmen. Karakterleri muazzam güzellikte fotografik kareler içerisinde resmederken, uzun sorgulamalar yaşayan karakterler...


Gençliğinde sosyalist harekette yer alan İtalyan yönetmenin, devrimin her zaman aşkla kol kola ilerlediği inancına ve kişisel devrimini yapamamış bireylerin toplumsal devrimler yapamayacağı görüşüne sahip biri izlenimi verdiğini söylemekte beis yok sanırım.

Kadın erkek ilişkilerine de devrimsel gözle bakan yönetmen, genelde bizlere toplumun kabul sınırlarını zorlayacak aşk ilişkilerinden bahsetmeyi seviyor. Aşka, cinselliğe ve tutkuya değişik noktalardan bakmamızı ve algımızı sarsmayı başarıyor. Bireylerin erginleşmesi, olgunlaşması ve bunu yaparken yaşadıkları sorgulamalar sevdiği konular... 

İncelikli prodüksiyon tasarımcılığı, muazzam kareleri ile Bertolucci filmleri görselliğin ihtişamla kullanıldığı eserler. Cinsellik sosunu erotizm boyutunda kullanmayı seven Bertolucci'nin ''The Dreamers''i de, tam bir Bertolucci filmi. Erotizmin sinemaya en güzel yansımalarından ''Paris'te Son Tango'' nun yönetmeni, yine Paris'te ve cinsel gerilimi üst düzey anlattığı bir esere imza atmış..


1968 baharında, Fransa'da, bütün dünyayı etkileyecek öğrenci hareketlerinin fitili yavaştan yakılırken; Matthew adında Amerikalı bir öğrenci Paris'e gelir. Entelektüel merakları ve sinema sevgisinden dolayı Paris'in sosyalist öğrencilerinin toplanma merkezi olan Sinamatek'e sık sık gitmeye başlar. Burada birbirlerine aşırı derecede bağlı ikiz kardeşler İsabelle ve Theo ile tanışır.
İsabelle ve Theo'nun ebeveynlerinin uzun bir tatile gitmesiyle beraber Matthew, kardeşlerin yanına taşınır. Üç genci birleştiren en önemli nokta sinemaya duydukları aşktır. Bütün dünyayı saran özgürlük hareketini,sanatı, aşkı, cinselliği, politikayı ve büyüme sancılarını beraber sorgularlar.
İki kardeşin olağan olmayan yakınlığı ve bir yabancıyı ilişkilerine dahil ediş şekilleri, fonda 68 öğrenci hareketi ağır aksak işlenirken ele alınır..


Yönetmen, sevdiği biçimde  film boyunca tabularımızla oynuyor. İki kardeşin ilişkisinin ''ensest'' olup olmadığı konusunda derin derin düşünüyoruz.
Üç arkadaşın cinsellik içeren oyunları oldukça açık şekilde gösteriliyor bizlere. Bazı eleştirmenlerden ''erotik değil, pornografik bir film '' yorumu almış da olsa, katılmadığım bir görüş bu.

Film boyunca sinema tarihinin kült filmlerinden sahne alıntıları yapan Bertolucci,  üstadlara saygı duruşunda bulunuyor. Bu geçişlerin filmin cinsellik içeren sahnelerinden daha etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Sokaktaki isyan biraz eksik ve fon rengi gibi kalmış olsa da, yönetmenin amacına uygun dozda kullanılmış. Soundtrack; Jimi Hendrix'ten The Doors'a aşık olduğumuz şarkılara yer veriyor ve çok etkileyici.


Eve Green bence muhteşem güzellikte ve filmin görsel büyüsüne hatrı yadsınamaz bir katkıda bulunuyor.
Haziran 2013'ünü İstanbul'da yaşamış olanların filmden ayrı bir lezzet alacağını da söyleyebilirim ayrıca.

Ezcümle, ''The Dreamers'' muhakkak izlenmesi gereken bir film. Gündelik hayattan kopup 68' kuşağından üç genci cinsel devrimlerini yaparken gözlemlemek; topluma, toplumun dayattığı ahlaki kurallara, aşka ve sekse alışık olmadığımız yerlerden bakmak için birebir...

Yazı: 


Fragman

The Dreamers/ Düşler, Tutkular ve Suçlar
(Türkçe Dublaj Tek Part Full Hd İzle)

The Dreamers/ Düşler, Tutkular ve Suçlar
(Türkçe Altyazılı Full Hd İzle)
Part I

Part II

3 Aralık 2014 Çarşamba

Amores Perros / Paramparça Aşklar Köpekler



Amores Perros / Love's a Bitch / 
Aşk Kancıktır / Paramparça Aşklar Köpekler
Filmin Orijinal Adı : Amores Perros
Yapımı : Meksika - 2000
Süre: 154 dakika
Tür: Dram, Gerilim, Psikolojik, Suç
IMDb: 8.1
Yönetmeni : Alejandro Gonzáles Iñáritu
Oyuncular: 
Gael García Bernal, Emilio Echevarría, Goya Toledo, 
Álvaro Guerrero, Vanessa Bauche
Dikkat: Bu yazı film hakkında detaylı bilgi içermektedir.




Büyük şehirlerde yaşayan insanlar olarak yanımızdan akıp geçen milyonlarca insanı görmüyoruz bile.Öylece yanımızdan geçip gidiyorlar. Her biri görüntü ve sesten ibaretler. Oysaki her bir insanın kendine has bir yaşam öyküsü, aşkları, suçlulukları, acıları var. 

Bir kaza anı düşünün; varoşlardan işsiz bir genç çocuk, orta sınıf bir magazinci ve yarı deli bir eski koministi bir an bu akışın içinde birbirine çarpsın. İşte Amores Perros (Paramparça Aşklar Köpekler) filmi, Güney Amerikanın problemli sosyo-ekonomik yapısında, farklı noktalarda bulunan kişileri, üç hikaye ve bir kazada kesiştirerek birleştiriyor.



Octavio, sorunlar yaşadığı ağabeyinin karısına aşık olarak köpek dövüştürmeye başlamıştır ve kazandığı parayla kaçma planları yapmaktadır. Senaryo ağlarını örüp kesişme noktası olan kazaya geldiğinde, karısını ve kızlarını terk ederek aşık olduğu manken sevgilisi ile yeni bir hayata başlamak üzere olan 42 yaşındaki Daniel'i de vurur. Sevgilisi kazaya karışmıştır. 
O sırada kaza yerinde bir kişi daha bulunmaktadır; El Chivo. Yıllar önce kominist bir gerilla olmak amacıyla kızını ve karısını terk eden El Chivo, uzun süre hapis yattıktan sonra artık bir sürü köpekle birlikte sokaklarda yaşar vaziyettedir ve para için cinayet işlemektedir. Kazada Octavio Daniel'in sevgilisine çarpar ve El Chivo Octavio'nun yaralanan köpeğini tedavi etmek için alır...


Kaza öncesinde de adeta ağır bir kaza geçirmişcesine çalkalanan bu problemli insan kalabalığı, kaza sonrası da çeşitli travmalar yaşamaya devam edecek ve film akıp gidecektir...

Gelelim filmin yönetmeni ve bazı teknik detaylarına, Quentin Tarantino'dan etkilendiği sıkca söylenen Alejandro Gonzales Iñaritu’nun ilk uzun metraj filmi olmasına rağmen bence yapım tamamen yönetmenin kendine has tarzını yansıtmaktadır. Her suç ve şiddet içeriğine Tarantinosal etkilenme olarak bakmadığımız taktirde Alejandro Gonzales Iñaritu’nun suç ve şiddetten ziyade insani ögeleri göstermeyi sevdiğini açıkça görebiliriz.



Senaryonun işlenişinde ise doğrusal zaman akışına baktığımızda, geriye dönüşler ve ileri sıçrayışların da yer aldığını görmekteyiz. Ayrıca bir öykünün anlatımı sırasında diğer öykülerden kesitler de sunulmakta. Film bu bağlamda teknik olarak kurgusal bir başarının da sahibidir, adeta Alejandro Gonzales Inarritu'nun ileride uzmanı olacağı "kesişen hayatlar" temasının ve yönetmenin bazıları bizim yazarlarımız tarafından da yazılan, türün önde gelen yapıtlarından olacak "21 Gram", "Babil" ve "Biutiful" filmlerinin habercisi niteliğindedir.



Filmde kamera çoğunlukla göz hizasında kullanılmış ve sık sık odak kaydırma tekniğine başvurulmuştur. Bir kesişme hikayesi olan senaryoya rağmen, yönetmen adeta seyirciyi uyarmak istercesine, üç hikayenin de çekim teknikleriyle biraz biraz oynayarak, birbirinden farklı hikayeler izlenildiğini hatırlatmak istemiş gibidir. 

Senaryo, sinematografi ve kurgu konusunda elinin çok güçlü olduğuna inandığım bu yapım, 2001 yılında "En İyi Yabancı Film" dalında Oscar'a aday gösterildi ama kazanamadı. Fakat Alejandro González Iñárritu beklediği ödüle 6 yıl sonra 2006'da bana göre Oscar'dan daha prestijli olan Cannes Film Festivali'nde Babil filmi ile kavuştu; En iyi yönetmen ödülünü aldı.



Ekşi Sözlük yazarlarından Revani, Alejandro Gonzáles Iñáritu hakkında şöyle yazmış;
"Alejandro Gonzáles Iñáritu acının dilinin sinemanın diline evrilebilirliği noktasında oldukça başarılı bir yönetmendir. Şiddet olgusu Quentin Tarantino ve Martin Scorsese gibi yönetmenlerde nasıl bir üslup haline gelmişse, Inarritu’da da dram ve acı, üslubu oluşturan en başat unsurlardandır. Filmlerini izlemiş olanlar Inarritu sinemasına bu noktadan baktıklarında göreceklerdir ki, Inarritu’nun filmleri acının ete kemiğe bürünmüş halidir.'' 
ve daha fazla söze gerek kalmamış...


Yazı ve Düzenleme:

Alıntı ve Kaynaklar: wikipedia, ekşisözlük, Revani'ye teşekkür ederiz.


Fragman:


Amores Perros / Paramparça Aşklar Köpekler
(Türkçe Dublaj Tek Parça Full Hd izle)

Amores Perros / Paramparça Aşklar Köpekler
(Türkçe Altyazılı Full Hd izle)
Part I
Part II

30 Kasım 2014 Pazar

Oldboy / İhtiyar Delikanlı



Oldeuboi / Oldboy/ İhtiyar Delikanlı
Yönetmen: Chan- Wook Park
Senaryo: Garon Tsuchiya, Nobuaki Minegishi, Chan- Wook Park, Chun Hyeong Lim, Jo -Yun Hwang
Yapım Yılı: 2003
Ülke: Kore
Tür, Drama, Mistik,Gerilim, Kült
IMDb: 8.4
Oyuncular: Min-sik Choi, Ji-tae Yu, Hye-jeong Kang
 +18 sahneler içermektedir…




Eskilerden, tekrar tekrar izlenebilen, aşırı rahatsız edici, ironiktir; bir o kadar da muazzam bir filmden bahsetmek istiyorum size:
Oldeuboi /Oldboy

2004 yılında Cannes Film Festivali'nde Jüri özel ödülü alan bu film, gerçekten hassas bünyeler için sarsıcı olabilir.
IMDb top 250'de 70. sırada yer alan uzak doğu sinemasının bu  kült eserini izlememek bir kayıp, izlemekse ciddi bir tokat yemeye hazırlanmakla eşdeğer.


Filmin açılışında, kahramanımız Oh Dae Su ile bir karakolda sarhoş vaziyette iken tanışıyoruz. Kendisini gördüğümüz ilk anlarda, ileri derecede sarhoş oluşuna ve karakoldakilere kızına aldığı doğum günü hediyesini neşeyle gösterişine şahit oluyoruz.
Adının anlamının ''insanlarla iyi geçinen'' olduğunu söylüyor ve ortalığı birbirine katıyor. Arkadaşı tarafından karakoldan kurtarıldıktan sonra yaptığı ilk iş, bir telefon kulübesinden o gün doğum günü olan küçük kızını arayıp kutlamak ve birazdan hediyesi ile birlikte evde olacağını müjdelemek oluyor.
Ancak, ne yazık ki bu sözünü tutması mümkün olmuyor.


Kimliği belirsiz kişilerce kaçırılan Oh Dae Su'yu bir daha görebildiğimizde, 15 yıl boyunca tutsak edileceği odada neler olduğunu anlamaya çalışıyor.

Kahramanımız da bizler gibi, orada neden alıkonulduğunu, bunun ne kadar süreceğini bilemiyor.. Gazlarla uyutuluyor, yemeği veriliyor, odası temizleniyor..
Ama o, neden tutsak olduğunu bilmiyor!
Onu kimin orada tuttuğunu bilmiyor!
Bir yıl geçtiğinde; odasındaki televizyondan karısının korkunç bir cinayete kurban gittiğini ve kendisinin de en büyük şüpheli olduğunu öğreniyor...
Cinayeti onu tutsak edenlerin işlediğine kanaat getirdiğinden, intikam yemini ediyor.
Çıplak yumruklarıyla duvarları döverek idman yapan Oh Dae Su; fiziken oldukça güçleniyor.

15 yıl sonra bir gün aniden serbest kalıyor. Bir hipnoz uzmanı tarafından hipnotize edildikten sonra; kendisini tutsak edenler, aniden bırakıveriyorlar esirlerini...


Öykünün bundan sonraki kısmını anlatmak uygun düşmez, zaten asıl hikaye burada başlıyor.
İnce ince işlenmiş bir intikam hikayesi, hatta dinlediğim en sert intikam hikayesi diyebilirim.

İzleyici olarak ağır bir psikolojik şiddete maruz kalıyoruz aslında..
Ağır sahneler tahammül eşiğimizi zorluyor.
Hikayenin tahmin edilemeyen sonuna doğru ilerlerken sinirlerimiz bol bol geriliyor.
Pür kötülüğün, hain planların, oynanan oyunların ve harcanan emeğin büyüklüğünden başımız dönüyor.
Kahramanların acıları o kadar gerçek yansıtılıyor ki, yüzümüz gözümüz buruşmadan, midemiz büzüşmeden ekran karşısında oturmakta zorlanıyoruz..


''İntikam'', ''ceza'', ''aşk'' kavramlarına yeniden bakıyoruz,
Belki de hayatımız boyunca bakmayı akıl dahi edemeyeceğimiz yerlerden bakıyoruz..
Şu an hatırlamadığımız birilerinin hayatında ne büyük izler bırakmış olabileceğimizi ve bundan bihaber yaşadığımızı düşünüyoruz.
Bugün hiç hatırlamadığımız birilerinin yaşam çizgilerinde önemli bir kırılmayız belki de..
Çok kızdığımız bir insana acıya bileceğimiz, onun acısıyla empati yapabileceğimiz gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyoruz.


Hayatta anlayamaya bileceğimiz şeylerin de olduğunu fark ediyor;
insan doğasının, aşkın ve cinselliğin uzanabileceği uç noktaları düşünerek ürperiyoruz.
Bizlere iğrenç ve kabul edilemez gelen her şeyin;
ensestin, bir ahtapotu çiğ çiğ yemenin, insanlara ağır şiddet uygulamanın bir yerlerde birileri tarafından yaşanageldiğini idrak edip aklımızın sınırlarında geziniyoruz.

Aklımda kalan en vurucu cümle; '' Bir hayvandan daha aşağıda bile olsam, benim de yaşamaya hakkım yok mu? ''

Yazı:
Aurea Lux



Fragman:



Oldeuboi / Oldboy/ İhtiyar Delikanlı
(Türkçe Altyazılı Tek Parça Full Hd İzle)
Oldeuboi / Oldboy/ İhtiyar Delikanlı
(Türkçe Dublaj Tek Parça Full Hd İzle)

29 Kasım 2014 Cumartesi

“CHEF” Gülümseten Küba Sandwichleri



Chef / Şef
Yapım: ABD
Tarih: 2014
Tür: Komedi, Duygusal, Yol Filmi
Yönetmen: Jon Favreau
Senaryo: Jon Favreau
Yapımcı: Jon Favreau
IMDb: 7.3
Oyuncular: Jon Favreau, Dustin Hoffman , John Leguizamo , 
Oliver Platt , Robert Downey Jr. , Scarlett Johansson , 
Sofía Vergara , Leigh M. Harris , Amy Sedaris , Russell Peters



Yol filmlerine çok ciddi bir zaafım vardır.
Sinemayı sık sık gerçek hayattan kurtulmak için kullanan birisi olarak, bu türü çok severim.  

Zaten yol filmlerini kim sevmez ki?

Piyangodan para çıksa ne yaparsın?” sorusuna yanıt verecek insanların arasından,
 “bir ev, bir de araba alacağım” cevabı verecek yarı ölü androidleri ve “yoksullara yardım edeceğim” cevabı verecek ikiyüzlü sahtekarları cıkartırsak, geri kalan düzgün azınlık, ya “dünyayı gezerim” derdi, ya da “bir karavan alıp, istediğim her yere gideceğim” derdi.


Yani yollara düşmek birçoğumuzun içinde vardır. 
Yeni yerler görmek, değişik insanlarla tanışıp yöresel tatları tatmak, keşfetmek harikadır. 
Hele birde işin içine gastronominin uç noktaları ve şarap girmeye başladı mı “işte asıl olması gereken yaşanılası hayat budur” dedirtir insana.
Yemek, içmek, gezmek, görmek üzerine insanları gülümseten birçok yol filmi tavsiye ettiysek de hayat genelde olması gerektiği gibi değil, olmaması gerektiği gibidir. Bazen işler o denli karışabilir ki; gülümsemek bile imkansız hale gelir.


Tıpkı böyle bir zamanda,  ağır bir gecenin ardından, dışarıdaki coşkulu kalabalığı duymak istemezcesine, anti-depresan denilen ve genelde de daha beter depresyona girmenizden başka bir işe yaramayan malum ilaçlarla şansımı denediğim bir sabah vakti, anladım ki başka bir yol bulmalıyım.

Kendi kendime 4 metre karelik yaşam alanımda “Güzel Şeyler Düşün, Güzel Şeyler Düşün” diye telkinde bulunurken, aklıma güzel bir kadın geldi nedense.

Evet belki de beni içinde bulunduğum durumdan koparacak güzel şey Scarlett Johansson olabilirdi.! 


Hemen kendisinin kolay bulunup hızlı tüketilecek cinsten içeriksiz, mümkün olduğunca saçma bir filmini seçip izledim. Film çok işe yaramamakla birlikte, Johansson kesinlikle kafamı dağıtıyordu. :)
Bende “daha çok Johansson” diyerek oynamış olduğu filmlerin arasından “Chef” adında bir filmi seçtim.


Johansson, doğru seçim olduğunu bilmeden, rastlantı eseri seçtiğim bu filmde sadece yan bir rol üstlenmişti.
Zaten sahneler akmaya başladıktan sonra, o umurumda bile değildi artık!
Film beni başlar başlamaz gerçek hayattan kopartmıştı bile. 
Senaryo hızla beni can damarlarımdan vurmaya başladı. 
Baba oğul ilişkileri... Gastronomi... Ve yolculuk..!!


Oğlu ile ilişkisi çok yolunda gitmeyen, işinde rutine bağlamış, ancak iyi bir şef olan Carl Casper, yabancısı olduğu sosyal medyanın da gazabına uğrayarak, hayatını altüst eder.

Bütün olanlardan sonra bir minibüs alır ve oğluyla birlikte yaz boyu şehir şehir gezerek Küba Sandwichleri satmaya başlarlar.  

Tavsiye ettiğim filmleri çok fazla anlatarak tadını kaçırmayı sevmem.
Size şu kadarını söyleyeyim; film ikinci yarısında bir yol filmine dönüştüğünde, yüzümde bir gülücük olduğunu hissettim.
Emin olun, o an itibariyle bu gülümsemeyi, tadını bile bilmediğim, iyi bir Küba Sandwichinden başka hiçbir şey sağlayamazdı sanırım. :))


Film mucizevi şekilde beni gülümsetmeyi başarmış olabilir fakat gelin biz asıl mucizevi adama bir göz atalım:
Hani bazı insanlar muhteşem denir ya, işte Jon Favreau inanılmaz sinema tutkusuyla, Carl’ın işine olan tutkusunu, yaşama isteğini ve oğlunu tekrar kazanma yolculuğunu, başarıyla yazmış, yönetmiş, oynamış ve yapımcılığını yapmış. (Bu adam daha ne yapsın be arkadaş.?) 
Hatırı sayılır bir oyuncu kadrosu da Jon Favreau’a eşlik etmiş.

Evet, işte böyle.!
Son söz olarak, anti-depresanların işe yaramadığı anlar için sinemayı,
 zor gülümseyen bütün arkadaşlar için ise "Chef" filmini bir doz almayı tavsiye ediyorum.
İyi seyirler...

Yazı:


FRAGMAN;


Chef / Şef
(Türkçe Alt yazılı Tek Parça Full Hd İzle)

26 Kasım 2014 Çarşamba

Maleficent / Malefiz


Maleficent / Malefiz
Yönetmen: Robert Stromberg
Senaryo: Linda Woolverton, Charles Perrault
Yapım Yılı:2014
Ülke: ABD
Tür: Macera, Fantastik, Aile
IMDb: 7.1
Oyuncular: Angelina Jolie, Ella Fanning, Sharlto Copley


Masalları kim sevmez? Hepimiz çocukken masallarla büyüdük, masallara inanma yaşımız geçtikten sonra bile içimizin bir yanı masalları sevmeye devam etmiştir.
Hayatın ağır gerçekliği içinde, insan bir anda ortaya çıkacak perileri, mucizevi çözümleri, bir öpücükle yaşama dönebilmeleri ister bazen..


Disney bilindik çocuk masallarını uyarlamayı senelerdir çok iyi kotarıyor. Grimm kardeşlerin derlediği ''Uyuyan Güzel'' de bunlardan biri. Hikaye bilindik; kral ve kraliçenin güzel kız bebeği dünyaya geldikten sonra verilen büyük şölene herkes davetlidir, kötü peri hariç.
Kötü peri, yani Malefiz, davetli olmadığı halde kutlamaya gelir, ve küçük kızı sonsuz bir uykuyla lanetler. Bu uykudan onu ancak ''gerçek aşkın öpücüğü '' uyandırabilecektir.


Malefiz Disney'in en karanlık kahramanlarından biri. Bu sefer Disney kötü peri Malefiz'e ''hikayeyi bir de benden dinleyin '' deme şansını vermiş. Uyuyan Güzel'in yan karakteri olan Malefiz filmde merkeze alınarak başkahraman olmuş.. Bilindik masalın anlatılmayan öbür yanını izliyoruz..


Perilerin en güçlüsü Malefiz'in çocukluğundan başlıyor hikaye. Siyah kocaman güzel kanatlara sahip Malefiz'in periler ve sihirli yaratıklarla dolu orman krallığındaki yaşamını izliyoruz..
Daha sonraları  kral olacak olan insanoğlu Stefan'la tanışmasını, birbirlerine aşık oluşlarını, Stefan'ın hırslarını ve yollarının ayrılışını görüyoruz.


Hikayeyi böyle izlediğimizde Malefiz'in tarafını tutmamamız imkansız hale geliyor.
Stefan'ın ihaneti karşısındaki acıyı Angelina Jolie o kadar mükemmel yansıtmış ki, ürperiyorsunuz, gözleriniz doluyor izlerken.

Stefan kral olmayı başarmış ve doğan güzel kızı Aurora için büyük bir şölen vermişken Malefiz için intikam vakti de gelmiş oluyor. Uyuyan Güzel masalının bilindik laneti tekrarlanıyor, bu sefer kimse Malefiz'e kızamıyor ancak...


Masallarda iyi-kötü ayrımı genelde çok keskindir. Siyah ve beyazın mücadelesi anlatılagelmiştir.
Disney bu döngüyü güzelce kırmış, film bu bakımdan değerli benim için.
Çok uzun zamandır ''kötü'' yaftası yemiş olan Malefiz'in tarafından baktığımızda, bilindik masalın bütün öğeleri anlam kayması yaşıyorlar. Kral Stefan'ın en yakınındakilere bile sevgi veremeyecek kadar katı hırsına yakından şahit oluyoruz. ''İyi '' perilerin saflıklarının aptallık boyutuna geçişini izliyoruz. Mutlak nefretin anne sevgisine ve şefkatine evrilmesine adım adım tanıklık ediyoruz.Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını düşünüyor, duygu karmaşası yaşıyoruz.
''Gerçek aşk'' kavramı da sorgulanıyor hikayede.. Beyaz atlı prens kavramına bile başka bir yerden bakıyoruz.


Malefiz alışıldık Disney masallarından değil. Görsel efektler üst düzeyde kullanılmış. Filmin oldukça karanlık ve gotik bir havası var. Çocuk filmi olarak tanımlanamayacak kadar karanlık bir atmosferde geçiyor. Fantastik severlerin izlemesinde fayda var diye düşünüyorum.


Angelina Jolie muazzam güzelliğini epik bir oyunculukla birleştirerek Malefiz'e can vermiş. Filmin küçük de bir sürprizi var; Brad Pitt ile Angelina Jolie'nin 5 yaşındaki kızları Vivienne Jolie Pitt'i de ufak bir rolde görüyoruz.

Gerçeklikten biraz kopup masallar diyarında şöyle bir gezineyim diyenlere Malefiz'i tavsiye ederim.
''Mutlak iyi '' ve ''mutlak kötü'' kavramlarına inanmayanlar için güzel bir hikaye olmuş.


Yazı:


Fragman:





Maleficent / Malefiz
(Türkçe Altyazılı Tek Parça Full izle)
Maleficent / Malefiz
(Türkçe Dublaj Tek Parça Full izle)

22 Kasım 2014 Cumartesi

Dikizleme Günlüğü / Peeping Diary (Kısa Film)


Sizlere hem bir kitap hemde aynı isimli bir kısa film tanıtmak istiyoruz.

Farkında mısınız?
Dikizleme Çağına çoktan girdik. Hem de hiç hissetmeden.
Sanki hep o çağı yaşıyormuşçasına ve büyük bir hızla.
Realiti şovlarla başladı her şey. Sonra YouTube, MySpace, Facebook, Twitter girdi hayatımıza. Yetmedi, casus yazılımlar, bloglar, sohbet odaları, amatör porno videoları ve MOBESE kameralar da dahil oldu.

Artık hayatlarımız sır olmaktan çıktı; ayrıntı denizinde yüzer olduk.
Bizler sürekli başkalarını dikizlerken, birileri de bizi dikizliyor her an. Bu yeni durum, biz farkına varmaksızın, mahremiyet, bireysellik, güvenlik, hatta insanlık algımızı bile değiştirdi, değiştiriyor.


Dikizleme Günlüğü yazarı Hal Niedzviecki, keskin zekasıyla bu değişimin farkına varanlardan.
Hatta fark yaratanlardan diyebiliriz.
Çünkü o, bu yeni âlemde bir yol-culuğa çıkıyor ve tüm maceralarını bize eğlenceli bir üslupla anlatıyor. Yolculuğu, video bloglarla başlıyor; ardından sosyal paylaşım siteleri geliyor. Derken küçük kızının güvenliği için evdeki dadıyı, hırsızlardan korunmak için arka bahçesini dikizliyor. Realiti şovlara başvuruyor.
Özel dedektif tutuyor.

Deneyimlerini günlüğüne not ederken, analizleriyle günlüğe sosyolojik bir boyut katıyor.
Ve bizlere çok hayati bir soru yöneltiyor:
Bu ağın üzerindeki örümcek miyiz; yoksa ağa yakalanmış birer sinek mi?
Dikizleme Günlüğü, yeni iletişim araçlarının yalnızca eğlence sektörünü değil, toplumu da değiştirdiğini, bu yeni kültürün seks, politika ve gündelik yaşantımız üzerindeki etkilerini ortaya koyuyor.

Kitapta, realiti şovların parlayıp sönen yıldızları, çok okunan blog yazarları ve sosyal paylaşım sitelerinin yaratıcılarıyla yapılan söyleşiler, konuya ilişkin son akademik araştırmalarla harmanlanarak sunuluyor. Bu sayede popüler kültürün röntgenciliğe, röntgenciliğin belgesele, sanata ve haber bültenlerine, röntgencinin gazeteciye nasıl dönüştüğüne tanık oluyoruz.


Keskin zekasıyla bu değişimin farkına varan bir başka kişi ise Dikizleme Günlüğü kısa filmi yönetmeni Sevda Doğan. Kitaptan etkilenip mi filmi çekmiş bilinmez, ancak izlenmeye değer mütevazi bir çalışma olmuş.

Sevda Doğan'nın bu belgesel tadında, güzel kısa filmini buyurun hep birlikte DİKİZleyelim.!!


Yazı:
insanokur.org

Düzenleme:


Dikizleme Günlüğü / Peeping Diary


Kaynak, içerik ve yazı için Sevda Doğan, Hal Niedzviecki, Gökçe Gündüç, insanokur.org teşekkür ederiz.

Breakfast at Tiffany's



Breakfast at Tiffany's
Çılgınlar Kraliçesi / Tiffany'de Kahvaltı
Yönetmen: Blake Edwards
Eser: Truman Capote
Senaryo: George Axelrod
Yapım yılı: 1961
Ülke: ABD
Tür: Romantik Komedi, Klasik, Kült
IMDb: 7.8
Oyuncular: Audrey Hepburn, George Peppard, Patricia Neal, Buddy Ebsen




Breakfast at Tiffany's /Tiffany'de Kahvaltı; çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından ve en renkli kişiliklerinden olan Truman Capote'un kısa romanından uyarlanmış bir klasik.

Truman Capote mutsuz geçen çocukluğunun kötü izlerini, içinin zehrini, yazarak aşmaya çalışmış bir yazar. Eserlerinde yalnızlık, bir yere ait olma arzusu, zamanı durdurup çocuk kalma arzusu temalarına rastlayabiliriz. Capote'un kahramanları da, biraz kendisi gibidir. Çemberin hem içinde, hem dışında insanlar...

Çocukken yaşadığı tüm yalnızlığı ve mutsuzluğu, yazma yeteneğine sığınarak bertaraf etmeye çalışan Capote; ilk kitabı ''Başka Sesler, Başka Odalar'' ın ardından büyük bir üne kavuşmuş. New York sosyetesi onu tüm havalı partilerinde görmek istemiş. Capote, New York'un gösterişli ve pırıltılı dünyasında epeyce eğlenmiş ve gözlem yapma fırsatı bulmuş.

'' Tiffany'de Kahvaltı'' yazarın bu gözlemlerinden büyük izler taşıyan bir eser: kahramanlarının kalabalık içindeki yalnızlıklarıyla, büyük şehirde ''yırtmaya, tutunmaya'' çalışmalarıyla...


Baş kahramanımız ''Holly'' yaratıcısı Capote'a oldukça benzemektedir aslında. Sevimli, eğlenceli ve aidiyet hissini bir türlü yakalayamayan; kalabalıklar içerisinde eğlenceli yüzüyle yer edinmeye çalışan taşralı bir çocuk...

Açılış sahnesinde Holly'yi tüm zerafetiyle ünlü mücevher mağazası Tiffany's in vitrinine bakarak kahve ve kruvasandan oluşan kahvaltısını yaparken görürüz. Burası onun kendini güvende hissettiği, ne zaman üzgün olsa gelip sığındığı parıltılı ve ihtişamlı korunağıdır.

Evine dönüp uyku gözlükleriyle daldığı gündüz uykusundan yeni üst komşusu Paul Varjak tarafından uyandırılır. Paul Varjak hikayemizin bir diğer ''tutunamayanı'', deneyimsiz bir yazardır. Holly ile ilk andan itibaren sıcak bir dostluk kurarlar. Holly; Paul ona erkek kardeşini anımsattığı için onun adı olan ''Fred'' şeklinde hitap etmeyi tercih edecektir.


Holly romanda bir telekız olarak betimlenmişken, filme bu aktarılmamış, yaşamını zengin dostlarını tırtıklayarak idame ettiren eğlenceli, havai, saf ve gözde bir parti kızı resmedilmiştir. Paul ise romanda da, filmde de, jigololuk yapan, sadece tek bir kitabı olan bir yazar olarak betimlenmiştir.

Film hiçbir yere ve hiç kimseye ait olamayan, kişisel çıkarlarını, hayatta kalma çabalarını kalplerinin sesinin önüne koymuş kahramanlarımızın incecik bir zerafetle ve hayatın akışında doğal bir yavaşlıkla birbirlerine tutunmalarını anlatıyor.


Holly evine eşya almayan, kedisine bir isim koymayan bir kadın. Bağsız ve özgür olmak istiyor, hem de umutsuzca bir yere yerleşmek, bir şeylere ait olmak isterken. O kadar zarif ve sevimli ki; canını yaktığı insanlar ona kızamıyorlar. Biz de seyirci gözüyle onun tüm vahşi tavırlarını, sinsi planlarını hoş görüyoruz.

Audrey Hepburn dillere destan zerafeti ve mükemmel oyunculuğuyla Holly'nin neşeli yüzünün gerisinde yatan hüznü ustaca aktarıyor bizlere.

Pembe Panter serisinin unutulmaz yönetmeni Blake Edwards, eseri beyazperdeye aktarırken bir parça daha muhafazakarlaştırmakla birlikte, sinema tarihinin en sevilen kült eserlerinden birini yaratmış.

Bu filmle beraber Holly karakteri ve karaktere hayat veren Audrey Hepburn ikonlaşmış, ölümsüzleşmiştir. Holly'nin sigarasıyla verdiği unutulmaz pozunu dünyanın her yerinde duvarlarda tablo, poster, defterlere kapak, çantalara baskı şeklinde görmekteyiz.


'Tiffany'de Kahvaltı' filmi, kısa romanını gölgede bırakacak kadar efsanevi bir eser. İkisinin de yeri ayrı bana kalırsa. Biraz daha karanlık bir taraftan bakmak isterseniz kitabı okumanızı, filmi de muhakkak izlemenizi tavsiye ederim.

Ben, canım sıkıldıkça ''Tiffany'de kahvaltı'' yapmaya gidemesem de; ''Tiffany'de Kahvaltı'' yı izlerim :) Çok katmanlı ve derin bir öyküyü anlatmasına rağmen, insanın omuzlarından dökülen sıcacık bir şal gibi saran büyülü bir havası vardır. Pek çok insanın defalarca izlemekten bıkmadığı bu filmin sırrı biraz da bundan ileri gelmektedir.


60' lar New York'un da sahici kahramanların, mutlak iyi olmayan iki insanın hikayesine dalıp gitmek, her zaman iyi gelir insana.

Belki de, bizler de kusursuz olmadığımızdan. Belki de dış dünyaya umursamaz, cool, eğlenceli gösterdiğimiz kabuklarımızın içinde aidiyet hissini yakalamayı umutsuzca isteyen ve de bundan deli gibi korkan incinmeye açık yumuşak taraflarımız olduğundan...



Aşk vardır ve aşk herkes için vardır. Masallarda betimlenen pür saflıkta prensesler; daimi centilmen prensler olmasak da...Geçmiş can kırıklıklarımız yüzümüze birer umursamazlık peçesi; kalbimize taştan bariyerler olarak oturmuş olsa da. Birer beceriksiz, birer tutunamayan olsak da, aşk vardır. Ve aşk, görkemli, ışıl ışıl bir mücevher mağazasında gezintiye çıkmak kadar özeldir.

Bunu hatırlamak istediğinizde, şifa niyetine bir doz ''Tiffany' de Kahvaltı '' izleyin. İlaç gibi gelecektir..


Yazı:




Fragman:





Breakfast at Tiffany's / Çılgınlar Kraliçesi / Tiffany'de Kahvaltı
(Türkçe Altyazılı Tek Parça Full hd izle)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...